ÇEPE/ÇEVRE

Henüz vakit varken..



 
Gürcan Kırım

Güzel bir Pazar sabahının keyfini çıkarmaya hazırlanırken ansızın dışarıda yağmur yağmaya başladı, biz köylüler yağmuru severiz ama şimdi hasat zamanı… Yine de hep “Arap Kızı” camdan bakacak değil ya,  biraz da “Tatar Kızı” yağmurun kokusundan nasiplensin diyerek, açıyorum sonuna kadar pencereyi. Yağmurda, toprağın kokusu başkadır (!) yeni açan ıhlamurların “En hoş” hali de karışınca bu kokuya yapacak tek şey, kollarınızı açıp bu eşsiz kokuyu derin derin içinize çekmek. Uzun sürmedi toprak-yağmur-ıhlamur kokusu sarhoşluğum. Birden, rahmetli babacığım düşünce aklıma. Onun her yağmurda yaptığını yapmam kaçınılmazdı… Dış kapıyı sonuna kadar açıp, kanepeye oturdum ve yağan yağmuru izlemeye koyulmuştum ki derin bir iç çekişi ile kendime geldim. İç çekişimin derin olmasında elbette baba özlemimim payı vardı ama asıl sebebi yağan yağmuru babamın “Gözünden” izleyemiyordum… Babam yağmur yağarken dış kapıyı sonuna kadar açtırır adeta dünyayla ilişkisi kesilircesine izlemeye koyulurdu. Onun kafasından geçen soruların, bulmaya çalıştığı cevapların tek bi nedeni vardı “Kış ortasında çocuklarının aç kalmaması!” Benim kafamdan geçen deli soruların ise “ Çocuklarımızın aç kalmaması.” Ne yağmur kokusu, ne yağmur kokusuna karışan ıhlamur kokusu nede yüreğim titreyerek anımsadığım babam ve kardeşlerimle geçirdiğimiz cıvıl- cıvıl anılar, alıkoyamadı beynimden geçen düşünceleri… Üzerine birde Ergene’nin “Zehir-zıkkım” kokusu eklenince ne Pazar sabahının güzelliği ne de keyif… Bu durumda yapabileceğim tek bi şey vardı yitirdiklerime sarılarak, yazmak! Yitirdiklerim sadece babam ve kardeşim miydi? Ülkemiz tarımda kendi kendine yeten bir  “Ülke” iken bugün gelinen noktada “Saman” bile ithal eden ülke konumuna düşmek “Çocuklarımızın aç kalması” endişelerimi haklı çıkarmıyor mu? Girdi fiyatları o kadar arttı ki ürettiğini satmayı başarsa da para kazanamadı köylü. Köylerimiz hızla boşaldı, köyleri genç nüfus hızla terk etti. Köyde yaş ortalaması kırkın üzerinde… Köylü artık üretmiyor/tüketiyor. Beş yılda 500.000 çiftçi tarım yapmaktan vazgeçti. İki Trakya büyüklüğünde tarım arazisi boş kaldı. En verimli arazilerimiz yabancılara satıldı. Üretmeyen ne yapar “Dışarıdan satın” alır. Karnımızı doyurmak için 106 ülkeden yaptığımız gıda ihracatı bu yüzden. Tekrar üretelim desek “Yerli tohumumuz” bile yok. En temel hakkımız “Su” ticarileştirildi, şirketlerin eline geçti. Gıda açlık demek, esaret demek… Sistem sadece bizi değil/ülkemizi de çarklarında un gibi öğütüyordu ama… En baba solcusundan tutunda, en entel-dantel aydınına kadar hiçbir siyasetçide bizi anlamadı… En yakınlarınızdan bile şu sözleri duymadık mı? - Efendim, satmasaydı köylüde canım toprağını - Efendim, tembel! Tembel bizim insanımız, sevmiyor çalışmayı - Efendim, cahil köylü bilmiyor… Avrupa’da öylemi? - Efendim… - Ne efendisi beya köle-köle bizim köylümüz. - Efendim… Efendim… Efendim… Ay senin efendine(!) Bu “ efendi” lafına da gıcık oluyorum. Hatta elimde olsa bu kelimeyi literatürden kaldırırım. Efendi diye diye bizi, köleliğe sürüklemediler mi efendim! Bu satıları okurken ne diyor bu diye düşündüğünüzü hissediyorum. Ama efendim Mustafa Kemal Atatürk “Köylü Milletin Efendisi” dememiştir. Mustafa Kemal Atatürk “Üreten Köylü Milletin Efendisi’dir” demiştir. Zaman içinde “Üretim” kelimesi “Bilinçli” olarak kaldırılarak bir süreç başlatıldı. Atilla İlhan yaptığı Tv. Programlarında şöyle diyordu; “Atatürk köylü milletin efendisidir! Demedi. Bu ülkenin gerçek sahibi/efendisi, “Üreten Köylüdür!” dedi. (Atilla İlhan/Kanal Biz TV./Atilla İlhan’la yolculuk/12.09.2008 /01.35)bakın gördünüz mü bir tek kelime oyunuyla Türk köylüsü şirketlerin çarkına sıkıştırıldı ve yavaş yavaş öğütüldü…  Bu ülkede hiç bi şey tesadüf değildir. Ne Köy Enstitüleri’nin kapatılması, ne iktidarlar, ne kimliksizleşme, ne de köleleşmeye giden süreç. Geçtiğimiz gün toprağa verdiğimiz (ışıklar içinde uyusun) Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlı Şair ve Yazar Mehmet Başaran ise bir yazısında; “Ölü toprağı uyandıran, zorlu bir savaştı. Çimento yok, çivi yok karaborsa… Gene de her şeyimizi bulmaya çalışıyordu Lüleburgaz, katılıyordu bir ucundan imecemize… Savaş yıllarının tek canlılığı Kepirdeki çalışmalardı” diyor. Kurtuluş Savaşı veren bu millet, Köy Enstitüleri’ni inşa eden, bu millet mi çalışmayı sevmiyor, tembel (!) Tüh size… O zaman Atatürk’ü hiç anlayamamışsınız. Oysa Mustafa Kemal Atatürk (1923) yılında ne demişti; “Milletimiz çok büyük elemler, mağlubiyetler, facialar görmüştür. Bu olanlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa, bunun sebebi şudur: Çünkü Türk Çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken, diğer elindeki sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin büyük ekseriyeti çiftçi olmasaydı biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık.” (1923) Mustafa Kemal Atatürk’ün kulak vermemiz gereken önemli biz sözü daha var; “Milletimiz asırlardan beri iki müstebit kuvvetin, iki imhakar kuvvetin baskısında müteessir ve müteellim olmakta idi... O iki kuvvetten birisi doğrudan doğruya memleket ve milleti idare etmek iddiasında bulunan müstebitler, ikincisi bütün bir emperyalist ve kapitalist alemdir! Asırlarca bu iki kuvvetin baskısı altında kalmış olan millet, tabii gayet zebun bir haldedir.”(1923) İşte, Ergene Nehri’nin “Zehir-zıkkım” kokusundan daha keskin olan “Zehir-zıkkım” gerçeklerdi babamın “Gözleriyle” seyredemiyor olmamın yağmuru. Babamda düşünürdü elbette, “Tüm çocukları” ancak o zamanlar durum bu kadar vahim değildi. PC, bir sehpanın üzerine bırakarak, “Arap kızının” köleliğinden ötürü yağmurun altında oynayamadığını, camdan bakmak zorunda kaldığını anımsayıp, açıp kollarımı çıktım dışarı “Radyasyon” tehlikesini de hiç aklıma getirmeyerek. Aklıma düşürdüğüm tek şey koca yürekli şair ve bugün Pazar! Ve ben ömrümde ilk kez yağmurun altında durup ıslanmayı bekliyorum. Yağmur, toprak ve ben… Bahtiyarım… Henüz vakit varken, ıslanmanız dileğiyle…