MİSAFİR KALEM
Görkem Evcigorkem.evci@boun.edu.trSiyasî hayatımız Batı kaynaklı siyasî kavramlar üzerine kurulu. Bireyler, siyasî görüşlerini ifade ederken bu kavramları kullanıyorlar. Oysa Batı’dan kopyalanmış hiçbir kavram, teori, ideoloji Türkiye´de kendi tanımıyla birebir yer bulamaz.
Avrupa´da siyasî ortam "Sağ" ve "Sol" olmak üzere iki ana yapı üzerine kuruludur. Bu kavramların kökü de Avrupa’nın tarihi ile ilgilidir. Avrupa, kendi tarihiden getirdiği bu geleneği uygulamaya devam ediyor. Pekiyi, bize ne oluyor?
"Sağ" ve "Sol" kavramlarının Fransız İhtilâli ile ortaya çıktığı malum. İhtilâli gerçekleştiren ve bu ortamda güçlenen burjuvazi ile ihtilâl sonrası bütün üstünlüklerini kaybeden aristokrat sınıf ve ruhban sınıfı Meclis’te beraber yer aldı. Ancak daha temelde ekonomik, kültürel ve sosyal ayrımları olan bu iki farklı sınıf, siyasî olarak da farklılaştı.
Burjuvazi; ihtilâl ile beraber kazanılan "Eşitlik" ilkesine, çıkarlarına uyduğu için sıkı sıkı sarılırken, aristokrasi; ihtilâlin getirdiği tüm yenilikler gibi ayrıcalıklı konumunu kaybettiren bu ilkeyi de benimsemiyordu. Bu farklılıklar ile ayrışan bu iki grup Meclis’teki konumları ile de birbirinden ayrıldı. Aristokratlar ve Ruhbanlar Meclis kürsüsünün sağında; burjuvazi kürsünün solunda yer aldı. Burjuvazi, yeni değerlere açık, eşitlikten yana tavrı ile "Sol" ismini alırken; eski yerleşik düzeni savunan ve oradaki çıkarlarını korumak isteyen, eskiyi, geleneği koruyan tavrı ile aristokrasi "Sağ" ismini aldı. Böylece Avrupa´da siyasî gelenek sayılabilecek bu kavramların temeli atıldı. Ancak asıl mesele bundan sonra başlar. 19. yüzyılda ortaya çıkan düzenden yararlanan, burjuva sınıfı oldu.
Aristokratlar ve ruhbanlar da Meclis’teki etkinliklerini kaybedip siyaset sahnesinden silindi. Sanayi devriminin yerleşmesi ve gelişmesi ile hâkim sınıf olan burjuvazi güçlendikçe işçiler ve köylüler "Eşitlik" ilkesinin dışında kaldı. Sayıca da artan "Emekçiler" Meclis’te de kendilerine yer bulunca, burjuvazinin sahip olduğu
ayrıcalıkların ortadan kaldırılmasını savundular. "Yenilikçi, eşitlikçi" olma iddiasındaki "sol burjuva" kendi çıkarları uyarınca var olan düzenden yana tavır koydu. Böyle olunca da burjuvazi "Sağ"; işçilerin ve köylülerin haklarını savunanlar "Sol" oluverdi.
Sağ ve Sol işte böyle değişken kavramlardır. Kendini "Sol" diye tanımlayan biri, bu değişkenlik içinde durağan kaldığı an kendine ne derse desin "Sağ" olmaktan -yaftalanmaktan- kurtulamaz.
Bizim siyasî geleneğimize yanlış olarak girmiş bulunan ve aslında "Gelenek" oluşturacak bir geçmişi de bulunmayan "Sağ-Sol" kavramları Türk siyasî tarihinde çok defa anlaşılamamış ve bu yüzden birbirine
karıştırılmıştır.
Cumhuriyet ile beraber bizdeki sağ-sol kavramlarının kullanılışına göz atarsak içine düştüğümüz yanlışı daha iyi anlarız; Cumhuriyeti kuran Kemalist kadro, var olan yerleşik düzenden farklı bir yapı getirmesi sebebi ile "sol" bir düşünce gibi kabul edilebilir. Ancak ilk başlarda "demokrasi, halkçılık" gibi değerleri savunur görülen ideoloji; hâkim ve tek güç olarak ortaya çıkınca seçim sonuçlarına müdahaleye kadar varan konumunu kaybetmeme hırsı ile yerleşik düzene sahip çıkmaya ve statükoyu korumaya başladı. Bu ideolojinin karşısına çıkan ve halkın kültürel değerlerini savunduğu için "sağ" olarak adlandırılan Demokrat Parti, yerleşik düzenin değişmesine yönelik görüşleri ile daha çok "sol" bir hareketi andırır.
Hele ki Demokrat Parti´ye muhafazakâr demek büyük bir hatadır. Muhafazakârlık da Batı kültürüne ait bir kavram olup Avrupa´da kültürel değerler üzerinden ortaya çıkmıştır. Var olan değerlerin muhafazası anlamına gelen ve "sağ"dan bir adım önde olan bu kavram Demokrat Parti için kullanılamaz. Zira mevcut durumu korumak isteyen Demokrat Parti değil, CHP´dir. Bu açıdan CHP´ye muhafazakâr demek bile mümkündür. Muhafazakârlıktan bahsederken değinmek gerekir ki; irtacaî faaliyetler bile muhafazakârlık değildir. Çünkü geriye dönmek bile bir harekettir.
Türkiye´de kendini "sol" olarak tanımlayan partiler, oy alması gereken yerler olan toplumun alt kesiminden, gelir düzeyi düşük vatandaşlardan oy alamazken, üst tabakadan oy almaktadır. Aristokrasiyi ve burjuvaziyi kapsayan sağ ise Türkiye´de "sol" partilere göre "varoşlardan" daha fazla oy almaktadır ki bu bile ortada bir kavram kargaşası olduğunun tek başına açık kanıtıdır.
Muhafazakârlık, ülkemizde daha çok din ile ilişkilendirilir. Çünkü kavramın kopyalandığı Avrupa´da durum kısmen böyledir. Oysa Ali Bulaç´ın güzel tarifi ile kurumlara ihtiyacı olmayan bir din muhafazakâr ve statik değildir. Şöyle ki; Hıristiyanlık bir kuruluştan ziyade sosyal bir kurum olarak kilise ve din adamları olduğu müddetçe vardır. Kilise ve kilise yönetimi yoksa Hıristiyan bir yaşantı da yoktur. İslam´da ise dini kurumlardan ziyade kurumlara anlam katan değerler önemlidir. Din adamı sınıfının bulunmadığı İslamî yaşayışın içinde de bazı kurumlarım çıktığı görülür. Söz gelimi medrese İslamî yaşayışın eğitim kurumudur. Muhafazakâr kişi ne olursa olsun medresenin korunmasını ister. Hareketten ve değişimden yana olan bir Müslüman ise bu kurumlara anlam katan değerlerle yeni kurumlar türetmekte sakınca görmez ve bunu destekler.
Görüldüğü üzere Batı kaynaklı ve Batı kültürünün izlerini taşıyan kavramların bu toprakların kültürü ile uyuşması ve geleneğinin bu topraklarda devam etmesi mümkün değildir. Zorlama çabalar, kavram karmaşası yaratmaya devam edecektir. Bu kültürün kendine özgü değerleri ve hareket noktaları vardır. Bu değerlerin üzerine getirilecek modeller, yüzyıllık geleneği olan bu değerleri isimlendirmeye yetmez. Bu defa da kalıplaştırma merakımızla bir modele sığdıramadığımız görüşleri "Muhafazakâr solcu", "Yeşil Komünist", "İslamcı Marksist", "Liberal Sol" gibi birbiri içine geçmiş ve ne olduğu herkes tarafından farklı açıklanan hiçbir alt yapısı olmayan uydurma kalıplara hapsederiz.
İnsanın kendisi olması mümkün değilmiş gibi, bir kalıba sokulma konusunda zorlanmasının ardından bireyler kendilerini en yakın gördükleri ve aslında hiç ilgisi olmayan kalıplara gömerler. Oysa bilmemiz gereken, isimlerimizin ve bu kültürün kavramlarının başına getirilen ideolojik sıfatların bizi tanımlayamayacağıdır. Durumumuz Cemil Meriç´in müjdesi ile;
"Evlat, bu ülkede sağcı-solcu; ilerici-gerici yoktur. Namuslular ve namussuzlar vardır. Siz namusluların safında olunuz. Görecekseniz çok kalabalık olacaksınız" cümlesinde özetlenmiştir.
İnanıyoruz ki çok kalabalık olacağız!
Görkem Evcigorkem.evci@boun.edu.trSiyasî hayatımız Batı kaynaklı siyasî kavramlar üzerine kurulu. Bireyler, siyasî görüşlerini ifade ederken bu kavramları kullanıyorlar. Oysa Batı’dan kopyalanmış hiçbir kavram, teori, ideoloji Türkiye´de kendi tanımıyla birebir yer bulamaz.
Avrupa´da siyasî ortam "Sağ" ve "Sol" olmak üzere iki ana yapı üzerine kuruludur. Bu kavramların kökü de Avrupa’nın tarihi ile ilgilidir. Avrupa, kendi tarihiden getirdiği bu geleneği uygulamaya devam ediyor. Pekiyi, bize ne oluyor?
"Sağ" ve "Sol" kavramlarının Fransız İhtilâli ile ortaya çıktığı malum. İhtilâli gerçekleştiren ve bu ortamda güçlenen burjuvazi ile ihtilâl sonrası bütün üstünlüklerini kaybeden aristokrat sınıf ve ruhban sınıfı Meclis’te beraber yer aldı. Ancak daha temelde ekonomik, kültürel ve sosyal ayrımları olan bu iki farklı sınıf, siyasî olarak da farklılaştı.
Burjuvazi; ihtilâl ile beraber kazanılan "Eşitlik" ilkesine, çıkarlarına uyduğu için sıkı sıkı sarılırken, aristokrasi; ihtilâlin getirdiği tüm yenilikler gibi ayrıcalıklı konumunu kaybettiren bu ilkeyi de benimsemiyordu. Bu farklılıklar ile ayrışan bu iki grup Meclis’teki konumları ile de birbirinden ayrıldı. Aristokratlar ve Ruhbanlar Meclis kürsüsünün sağında; burjuvazi kürsünün solunda yer aldı. Burjuvazi, yeni değerlere açık, eşitlikten yana tavrı ile "Sol" ismini alırken; eski yerleşik düzeni savunan ve oradaki çıkarlarını korumak isteyen, eskiyi, geleneği koruyan tavrı ile aristokrasi "Sağ" ismini aldı. Böylece Avrupa´da siyasî gelenek sayılabilecek bu kavramların temeli atıldı. Ancak asıl mesele bundan sonra başlar. 19. yüzyılda ortaya çıkan düzenden yararlanan, burjuva sınıfı oldu.
Aristokratlar ve ruhbanlar da Meclis’teki etkinliklerini kaybedip siyaset sahnesinden silindi. Sanayi devriminin yerleşmesi ve gelişmesi ile hâkim sınıf olan burjuvazi güçlendikçe işçiler ve köylüler "Eşitlik" ilkesinin dışında kaldı. Sayıca da artan "Emekçiler" Meclis’te de kendilerine yer bulunca, burjuvazinin sahip olduğu
ayrıcalıkların ortadan kaldırılmasını savundular. "Yenilikçi, eşitlikçi" olma iddiasındaki "sol burjuva" kendi çıkarları uyarınca var olan düzenden yana tavır koydu. Böyle olunca da burjuvazi "Sağ"; işçilerin ve köylülerin haklarını savunanlar "Sol" oluverdi.
Sağ ve Sol işte böyle değişken kavramlardır. Kendini "Sol" diye tanımlayan biri, bu değişkenlik içinde durağan kaldığı an kendine ne derse desin "Sağ" olmaktan -yaftalanmaktan- kurtulamaz.
Bizim siyasî geleneğimize yanlış olarak girmiş bulunan ve aslında "Gelenek" oluşturacak bir geçmişi de bulunmayan "Sağ-Sol" kavramları Türk siyasî tarihinde çok defa anlaşılamamış ve bu yüzden birbirine
karıştırılmıştır.
Cumhuriyet ile beraber bizdeki sağ-sol kavramlarının kullanılışına göz atarsak içine düştüğümüz yanlışı daha iyi anlarız; Cumhuriyeti kuran Kemalist kadro, var olan yerleşik düzenden farklı bir yapı getirmesi sebebi ile "sol" bir düşünce gibi kabul edilebilir. Ancak ilk başlarda "demokrasi, halkçılık" gibi değerleri savunur görülen ideoloji; hâkim ve tek güç olarak ortaya çıkınca seçim sonuçlarına müdahaleye kadar varan konumunu kaybetmeme hırsı ile yerleşik düzene sahip çıkmaya ve statükoyu korumaya başladı. Bu ideolojinin karşısına çıkan ve halkın kültürel değerlerini savunduğu için "sağ" olarak adlandırılan Demokrat Parti, yerleşik düzenin değişmesine yönelik görüşleri ile daha çok "sol" bir hareketi andırır.
Hele ki Demokrat Parti´ye muhafazakâr demek büyük bir hatadır. Muhafazakârlık da Batı kültürüne ait bir kavram olup Avrupa´da kültürel değerler üzerinden ortaya çıkmıştır. Var olan değerlerin muhafazası anlamına gelen ve "sağ"dan bir adım önde olan bu kavram Demokrat Parti için kullanılamaz. Zira mevcut durumu korumak isteyen Demokrat Parti değil, CHP´dir. Bu açıdan CHP´ye muhafazakâr demek bile mümkündür. Muhafazakârlıktan bahsederken değinmek gerekir ki; irtacaî faaliyetler bile muhafazakârlık değildir. Çünkü geriye dönmek bile bir harekettir.
Türkiye´de kendini "sol" olarak tanımlayan partiler, oy alması gereken yerler olan toplumun alt kesiminden, gelir düzeyi düşük vatandaşlardan oy alamazken, üst tabakadan oy almaktadır. Aristokrasiyi ve burjuvaziyi kapsayan sağ ise Türkiye´de "sol" partilere göre "varoşlardan" daha fazla oy almaktadır ki bu bile ortada bir kavram kargaşası olduğunun tek başına açık kanıtıdır.
Muhafazakârlık, ülkemizde daha çok din ile ilişkilendirilir. Çünkü kavramın kopyalandığı Avrupa´da durum kısmen böyledir. Oysa Ali Bulaç´ın güzel tarifi ile kurumlara ihtiyacı olmayan bir din muhafazakâr ve statik değildir. Şöyle ki; Hıristiyanlık bir kuruluştan ziyade sosyal bir kurum olarak kilise ve din adamları olduğu müddetçe vardır. Kilise ve kilise yönetimi yoksa Hıristiyan bir yaşantı da yoktur. İslam´da ise dini kurumlardan ziyade kurumlara anlam katan değerler önemlidir. Din adamı sınıfının bulunmadığı İslamî yaşayışın içinde de bazı kurumlarım çıktığı görülür. Söz gelimi medrese İslamî yaşayışın eğitim kurumudur. Muhafazakâr kişi ne olursa olsun medresenin korunmasını ister. Hareketten ve değişimden yana olan bir Müslüman ise bu kurumlara anlam katan değerlerle yeni kurumlar türetmekte sakınca görmez ve bunu destekler.
Görüldüğü üzere Batı kaynaklı ve Batı kültürünün izlerini taşıyan kavramların bu toprakların kültürü ile uyuşması ve geleneğinin bu topraklarda devam etmesi mümkün değildir. Zorlama çabalar, kavram karmaşası yaratmaya devam edecektir. Bu kültürün kendine özgü değerleri ve hareket noktaları vardır. Bu değerlerin üzerine getirilecek modeller, yüzyıllık geleneği olan bu değerleri isimlendirmeye yetmez. Bu defa da kalıplaştırma merakımızla bir modele sığdıramadığımız görüşleri "Muhafazakâr solcu", "Yeşil Komünist", "İslamcı Marksist", "Liberal Sol" gibi birbiri içine geçmiş ve ne olduğu herkes tarafından farklı açıklanan hiçbir alt yapısı olmayan uydurma kalıplara hapsederiz.
İnsanın kendisi olması mümkün değilmiş gibi, bir kalıba sokulma konusunda zorlanmasının ardından bireyler kendilerini en yakın gördükleri ve aslında hiç ilgisi olmayan kalıplara gömerler. Oysa bilmemiz gereken, isimlerimizin ve bu kültürün kavramlarının başına getirilen ideolojik sıfatların bizi tanımlayamayacağıdır. Durumumuz Cemil Meriç´in müjdesi ile;
"Evlat, bu ülkede sağcı-solcu; ilerici-gerici yoktur. Namuslular ve namussuzlar vardır. Siz namusluların safında olunuz. Görecekseniz çok kalabalık olacaksınız" cümlesinde özetlenmiştir.
İnanıyoruz ki çok kalabalık olacağız!