Merve Cankurt
Semerkant rüyası
Gözlerimi kapadığımda, incecik çöl kumlarının kirpik diplerimden gözlerime sızmak için savaş verdiğini hissedebiliyordum.
Sessiz ve durgun bir şair, uzaklardan duyduğum ancak anlam veremediğim dörtlükleri yolluyordu bulutlara.
Turkuaz kokular burnumun direğini sızlatsaydı, aynı heyecanı duyar mıydım bilmiyorum. O âşığı olduğum martı sesleriyle harmanlanmış sahillerden binlerce kilometre uzakta bir çölün komşuluğundaydı zihnim.
Semerkant’ın, Hayyam’ın, o zamanlar’ın kaderinin yasını tutuyordu bir yerlerde birileri… Hayyam’ı rubailerinin ılık dalgası bir kader bulutu gibi onu anan ağızların üstünde yağıp esmeyi beklercesine takipteydi…
Günlerce, saatlerce aklım bu hikâyedeydi ama ipler bir kopup bir düğümleniyordu.
Tek tek tadına varmak istercesine kelimelerin üzerine yoğunlaşmak için çok çalıştım, ama başaramadım. Âmin Maalouf’un Semerkant’ı kelimelerini açsa da sis perdesini kaldırmıyordu üzerinden. Bu yüzden anlamlandırdığım kadarıyla sevdim hikâyeyi.
Okumak, okudukça susmak, konuştukça bir sonraki suskunluk için vakit kollamak… Onca vakitsizlik içinde… Bu kadar değersiz miydi vakitlerimiz? Susup, kağıtta izini bırakmış mürekkepleri okuyup zihnimizi yormaya kullanmayacak kadar?...
Öyleymiş dostum, vakit öyle bir vakitmiş ki, telaşıyla almış bir rüzgâr bizi, katmış kasırgaya…
O nereye giderse, biz de oraya …