MİSAFİR KALEMGörkem Evci
gorkem.evci@boun.edu.trModern insan kendini kandırıyor. Hem de hiç acımadan... Kalabalığa uyuyor, peşine takılıyor kalabalığın, kalabalıkla beraber yollarda akıyor, sürükleniyor, sürü sürü koşuşuyor oradan oraya. Sürü sürü!
Şehirlere hapsediyor insan kendini. Tanrıyı unutmak için yaptığı şehirlere... Şehre kaçıyor düşüncelerinden. Saklanıyor kalabalığın ortasında, düşüncelerinden kurtulmak istiyor, çığlık çığlığa kaçıyor.
Kendi sesini bastırmak için alabildiğine dolduruyor kulaklarını müzikle. Kendi sesini duyarsa, Rabb´in sesini de duyar belki. Tıkıyor kulaklarını kendi sesine bu yüzden. Beyninin derinliklerinden, yüreğinin ortasından kopup gelen iniltilere aldırmadan geçici çözümlerle bastırıyor düşüncelerini, düşüncelerini seslendiren kelimeleri...
`Yaratıcı´ fikrini beyninden atmak, ondan uzaklaşmak için şehir diye bir yalan uydurdu insanlık. Köyden, kırsal alandan uzaklaştı kaçarcasına. Çünkü köy, Rahman´ı hatırlatan ayetlerle doluydu. Köyde hayatı devam ettirmek için onun indirdiği yağmura muhtaç olan insanoğlu, yağmursuz kaldığında da yağmur yağdığında da O´nu hatırlardı. Hayatını devam ettirebilecek kabiliyet ve imkânların kendi elinde olmadığını görünce aczini hissederdi. Yaratıcıyı hayatın içinde hisseden insan, O´nu hayatın dışına çıkaramayınca, kendi kaçmaya başladı bu hayattan. Şehirler kurdu Eski Yunan´da. Yağmura ihtiyacı olmayan ağaçlar ekti şehrin kenarlarına. Aczini hatırlatacak bir şey bırakmadı gözünün önünde. Muhtaç olmadığına inandırdı kendini. Kandırdı. Ruhunu öldürdü acımasız bir cinayetle.
Gökyüzü O´nu hatırlatıyordu. O´ndan uzaklaşmak gerekiyorsa göğü de ortadan kaldırmak gerekirdi. Gökyüzünü görmesin diye gökdelenler dikti âdemoğlu. Başını kaldırıp göğe baktığında sonsuzu görmesin diye, düşünmesin diye, ruhunu hatırlamasın diye, gökyüzünü görünmez bir hale soktu. Başımızı kaldırıp katları saymaya başladık. Katlar bir sayıda bitiyor yorulan gözler yavaşça yere iniyordu. Üzerimizdeki göğün rengini bile unutmaya başladık. Simsiyah bir bulut kapladı her yanı.
Sürüler halinde sürüklenmeye devam etti insanlık. Acelesi vardı her zaman, kalabalığın içinde koşturmaya mecbur olduğuna inanıyordu. Başka türlü bir hayatın var olabileceğini düşünmüyordu çünkü başka türlü bir hayat öğretilmemişti ona. O, gökdelenlerin gölgelediği caddelerde, yüzlerine bakmadığı insanlarla yan yana yürümek, ışık yanınca karşıya geçmek, metroya binmek için koşarak yerin altına girmek zorunda olan bir varlıktı. Varlık... Aslında bu konuda da şüpheleri vardı. Şüpheler... İnsanı çıldırtan şüpheler...
Metronun kapıları açılır ve içlerinde ölü ruhlar olan ölü bedenler, istiflenmiş oldukları yerden çıkarlar dışarı. Sonra koşmaya başlarlar. Merdivenleri tırmanırlar. Birkaç saniyelik gecikmeye bile tahammülleri yoktur. Arkadan bir metronun içine tıka basa istiflenmiş bir ölü ruhlar kafilesi daha... Bunlar da yetişirler merdivendekilere. Kalabalık giderek artar. Gelip geçenlerin, dalgın bakışlarla ceplerindeki birkaç kuruşu önlerine attıkları çalgıcıların müzikleri, kalabalığın içinde eriyip gider.
Yerin altı deyince aklına mezar gelen insanlar da yok olur metro ile, kalabalığın içinde yerin altına inildiğini fark etmez bile. Bir çağrışım daha yok edilir böylelikle ve ölüm de silinmek üzeredir hayattan. Gece de gelmez çünkü şehre. Güneş asla çekip gitmez şehirden. İnsanoğlu kendi yaptığı ışıklarla onu da siler hafızasından.
Herkes, her an bir şeyler yapmaya mecburdur. Bitmek bilmez bir döngü... İğrenç iş ilişkileri... Oynanan mutluluk oyunları... Ölü ruhların dudaklarında çirkinleşen yapma gülümsemeler... Otobüsün camında uyumak fark etmeden... Hep bir yerlere yetişme telaşı... Gün boyunca duyduklarını, konuştuklarını, gördüklerini, eve gidip yalnız kaldığında nefretle kusar insanlar. Aynalar iğrenilecek bir şey olmuştur artık.
Küfürler, kavgalar, istifalar, bunalımlar, cinnetler, intiharlar, köprüler, silahlar, işkenceler, pislikler, pislikler... Gözlerine bakınca insanların anlarsınız ki kimse memnun değil aslında bu hayattan. Ama eldeki çantanın, boyundaki kravatın, pahalı kol saatinin markası, sokağın öbür ucundan belli olan ayakkabıların hırs çağrısına kulak veriyor insanlık. Düşünmeyi, koşmaya göre daha zor buluyor insanlar. Fikir çilesi çekmeyi göze alamıyor. Oysa o ayakkabının içinde kokuşmuş bir şehir duruyor.
Şehir, boğuyor insanı. Kalabalığa yeni kurbanlar eklemek istiyor. Kalabalığın içinde yürüyenler ya da ters yönde koşanlar görürseniz, takılın peşine, şehir yutmasın sizi de...
gorkem.evci@boun.edu.trModern insan kendini kandırıyor. Hem de hiç acımadan... Kalabalığa uyuyor, peşine takılıyor kalabalığın, kalabalıkla beraber yollarda akıyor, sürükleniyor, sürü sürü koşuşuyor oradan oraya. Sürü sürü!
Şehirlere hapsediyor insan kendini. Tanrıyı unutmak için yaptığı şehirlere... Şehre kaçıyor düşüncelerinden. Saklanıyor kalabalığın ortasında, düşüncelerinden kurtulmak istiyor, çığlık çığlığa kaçıyor.
Kendi sesini bastırmak için alabildiğine dolduruyor kulaklarını müzikle. Kendi sesini duyarsa, Rabb´in sesini de duyar belki. Tıkıyor kulaklarını kendi sesine bu yüzden. Beyninin derinliklerinden, yüreğinin ortasından kopup gelen iniltilere aldırmadan geçici çözümlerle bastırıyor düşüncelerini, düşüncelerini seslendiren kelimeleri...
`Yaratıcı´ fikrini beyninden atmak, ondan uzaklaşmak için şehir diye bir yalan uydurdu insanlık. Köyden, kırsal alandan uzaklaştı kaçarcasına. Çünkü köy, Rahman´ı hatırlatan ayetlerle doluydu. Köyde hayatı devam ettirmek için onun indirdiği yağmura muhtaç olan insanoğlu, yağmursuz kaldığında da yağmur yağdığında da O´nu hatırlardı. Hayatını devam ettirebilecek kabiliyet ve imkânların kendi elinde olmadığını görünce aczini hissederdi. Yaratıcıyı hayatın içinde hisseden insan, O´nu hayatın dışına çıkaramayınca, kendi kaçmaya başladı bu hayattan. Şehirler kurdu Eski Yunan´da. Yağmura ihtiyacı olmayan ağaçlar ekti şehrin kenarlarına. Aczini hatırlatacak bir şey bırakmadı gözünün önünde. Muhtaç olmadığına inandırdı kendini. Kandırdı. Ruhunu öldürdü acımasız bir cinayetle.
Gökyüzü O´nu hatırlatıyordu. O´ndan uzaklaşmak gerekiyorsa göğü de ortadan kaldırmak gerekirdi. Gökyüzünü görmesin diye gökdelenler dikti âdemoğlu. Başını kaldırıp göğe baktığında sonsuzu görmesin diye, düşünmesin diye, ruhunu hatırlamasın diye, gökyüzünü görünmez bir hale soktu. Başımızı kaldırıp katları saymaya başladık. Katlar bir sayıda bitiyor yorulan gözler yavaşça yere iniyordu. Üzerimizdeki göğün rengini bile unutmaya başladık. Simsiyah bir bulut kapladı her yanı.
Sürüler halinde sürüklenmeye devam etti insanlık. Acelesi vardı her zaman, kalabalığın içinde koşturmaya mecbur olduğuna inanıyordu. Başka türlü bir hayatın var olabileceğini düşünmüyordu çünkü başka türlü bir hayat öğretilmemişti ona. O, gökdelenlerin gölgelediği caddelerde, yüzlerine bakmadığı insanlarla yan yana yürümek, ışık yanınca karşıya geçmek, metroya binmek için koşarak yerin altına girmek zorunda olan bir varlıktı. Varlık... Aslında bu konuda da şüpheleri vardı. Şüpheler... İnsanı çıldırtan şüpheler...
Metronun kapıları açılır ve içlerinde ölü ruhlar olan ölü bedenler, istiflenmiş oldukları yerden çıkarlar dışarı. Sonra koşmaya başlarlar. Merdivenleri tırmanırlar. Birkaç saniyelik gecikmeye bile tahammülleri yoktur. Arkadan bir metronun içine tıka basa istiflenmiş bir ölü ruhlar kafilesi daha... Bunlar da yetişirler merdivendekilere. Kalabalık giderek artar. Gelip geçenlerin, dalgın bakışlarla ceplerindeki birkaç kuruşu önlerine attıkları çalgıcıların müzikleri, kalabalığın içinde eriyip gider.
Yerin altı deyince aklına mezar gelen insanlar da yok olur metro ile, kalabalığın içinde yerin altına inildiğini fark etmez bile. Bir çağrışım daha yok edilir böylelikle ve ölüm de silinmek üzeredir hayattan. Gece de gelmez çünkü şehre. Güneş asla çekip gitmez şehirden. İnsanoğlu kendi yaptığı ışıklarla onu da siler hafızasından.
Herkes, her an bir şeyler yapmaya mecburdur. Bitmek bilmez bir döngü... İğrenç iş ilişkileri... Oynanan mutluluk oyunları... Ölü ruhların dudaklarında çirkinleşen yapma gülümsemeler... Otobüsün camında uyumak fark etmeden... Hep bir yerlere yetişme telaşı... Gün boyunca duyduklarını, konuştuklarını, gördüklerini, eve gidip yalnız kaldığında nefretle kusar insanlar. Aynalar iğrenilecek bir şey olmuştur artık.
Küfürler, kavgalar, istifalar, bunalımlar, cinnetler, intiharlar, köprüler, silahlar, işkenceler, pislikler, pislikler... Gözlerine bakınca insanların anlarsınız ki kimse memnun değil aslında bu hayattan. Ama eldeki çantanın, boyundaki kravatın, pahalı kol saatinin markası, sokağın öbür ucundan belli olan ayakkabıların hırs çağrısına kulak veriyor insanlık. Düşünmeyi, koşmaya göre daha zor buluyor insanlar. Fikir çilesi çekmeyi göze alamıyor. Oysa o ayakkabının içinde kokuşmuş bir şehir duruyor.
Şehir, boğuyor insanı. Kalabalığa yeni kurbanlar eklemek istiyor. Kalabalığın içinde yürüyenler ya da ters yönde koşanlar görürseniz, takılın peşine, şehir yutmasın sizi de...